İlk nefes ile son nefes arasında geçen yaşam sürecimizde, nasıl nefes aldığımız yaşam kalitemizi belirliyor. Bu yüzden şu anda nasıl nefes alıyorsak, nasıl bir nefes alışkanlığına sahipsek onun yansıması olan bir hayat yaşıyoruz.
Yapılan araştırmalara göre insanların %90'nı nefes kapasitelerinin %30'unu kullanıyorlar. Bu ne demek? Yaşam enerjimizi, sevgimizi, bolluğu, neşeyi, tüm güzellikleri de yaşamımıza sadece %30 oranında kabul ediyoruz. Nefesimizi limitledikçe var olan yaşam enerjimizin %70'ini kullanmıyor, aslında hakkımız olanı almayı red ediyoruz. Dolayısıyla kısıtlı nefes alıyoruz ve kısıtlı yaşıyoruz.
Kontrolsüz ve bilinçsiz nefes alıp vermek depresyon, sinir, gerginlik, saldırganlık yaratırken; kontrollü nefes sağlık ve neşe getirerek bilinci toksinlerden temizler. Nefes bedenimizde serbestçe dolaşabildiğinde kendimizi sağlıklı ve hayat dolu hissederiz. Bu yaşam gücü akışı dengeli olmadığında ise yorgunluk ve hastalıklar ortaya çıkar.
Sağlıklı, dengeli, açık bir nefes karın bölgesinden başlayarak, göğüs, omuzlar ve sırtımıza, hatta başımızın en tepesine kadar yayılan nefestir. Okyanustaki bir dalga gibi karın bölgesinden başlayarak başımızın en tepe noktasına kadar çıkan ve daha sonra rahatça inen bir nefes. Yani bağlantılı, inen, çıkan, sürekli bir akış halinde olan nefestir.
Depresyon en sık görülen psikolojik bozukluklardan biridir. Herkeste farklılıklar gösterse de en sık kaygı düzeyinde artış, ümitsiz olmak ve karamsarlık gibi semptomlarla kendini gösteriyor. Bu durum disfonksiyonel nefes alışkanlıkları sebebiyle ortaya çıkan solunum asidozunun bilinen semptomlarından biridir. Öğrenilmiş nefes alışkanlıkları ortadan kalktığında bu durum da ortadan kalkar. Bu aynı zamanda depresyon şikayeti olan kişilerin psikoterapi çalışmalarından fayda sağlayamamasının sebebidir. Nefes düzenlenmediği müddetçe vücut sıvılarındaki dengesizlik sebebiyle oluşan bu durum devam edecektir. Travmatik veya psikiyatrik bir durum olmadığı için fizyoloji kaynaklı bu durumda psikoterapi yetersiz kalacaktır.
Doktor C. Samuel West bir lenfoloji uzmanıdır ve '' Yedi Artı Bir Altın Kural'' adlı kitabında, oksijenin beden için en önemli besin olduğundan bahseder. Doktor West, akciğerlerin lenf sistemi için emme basma tutulumba gibi çalışan bir işlevi olduğunu belirtir. Lenf sistemi etkin bir şekilde çalışmadığında kandaki proteinleri hücrelerin arasından çıkaramaz ve oksijen metabolizmasını sekteye uğratır. Bunun sonucunda, kaçamayan proteinler kandaki suyu alarak fazla sodyumu çeker bu da sodyum ile suyun hücrenin etrafında toplanmasına neden olur. Bu durum hücrelerde oksijen yetersizliği, sodyum ve potasyum dengesini bozarak enerji kaybına, hastalıklara ve hücresel düzlemde ölüme sebep olur. Dr. West, hücresel düzeydeki bu durumların ise; ağrı, kanser, ateşlenme, kireçlenme ve genel hastalık durumlarına yol açtığını ifade etmektedir. Bununla beraber normal şartlarda lenf sisteminin kandaki proteinleri mutlaka çıkartması gerektiğini, aksi taktirde sadece 1 gün içinde ölünebileceğinin altını çizmektedir. Zehir ve atıkların vücuttan atılması ve kanın temizlenmesi işlevi lenf sistemi tarafından gerçekleştirilir. Obezite, yüksek kan basıncı ve kireçlenme gibi durumların ortak sebebi, kandaki proteinlerin dışarıya çıkarılamamasıdır. Ölü hücreleri, kan proteinlerini ve öteki zehirli maddeleri dışarı atma görevi lenf sisteminindir. Lenf sistemi de derin soluk alıp vermekle eyleme geçirilebilir.
Bir Alman biyokimyacı olan Dr. Otto Warburg, 1931’de, oksijen yetersizliğinin ve hücre fermantasyonunun, kanser sürecinin parçaları olduğunu keşfetmesiyle Nobel Ödülü almıştı. Dr. Warburg o zaman şöyle yazmıştı: “Kanserin tek ve nihai temel nedeni oksijensiz yaşamdır, yani ‘anaerobiosis’tir. Normal hücreler oksijene gereksinme duyarlar, oysa kanser hücreleri oksijensiz yaşayabilir.” Dr. Warburg, herhangi bir embriyondan alınan normal hücreleri laboratuvar tüpünde oksijensiz büyümeye zorlandığında kanser hücrelerinin özelliklerini aldıklarını gösterdi. Warburg, “Bu, normal hücrelerin, sadece tek bir değişkeni değiştirmekle, kanserli hücrelere dönüşebileceği anlamına geliyor” dedi. Doktorun bu teorisine göre, hücreler oksijenden mahrum bırakılınca, en ‘ilkel’ dönemlerine geri dönebiliyor ve enerjilerini, normal bitki ve hayvanların yaptığı gibi oksijenden değil, bunun yerine şekerin fermantasyonundan alarak, glikoz reaksiyonlarına girebiliyordu. Kanser hücrelerinin çok hızlı üremeleri, çok yüksek miktarda glikoz kullanımını gerektiriyor ve glikozu laktik aside dönüştürüyor. Laktik asit ise bir artık ürün ve bedeni yoran bir madde, asit/baz oranında veya pH düzeyinde bir dengesizliğe neden oluyor. Bedenin asitlilik derecesi yükseldikçe, hücrelerin oksijen kullanmaları daha da zorlaşıyor. Ve kanserli tümörler, sağlıklı insan hücrelerine oranla tam 10 kez daha fazla laktik asit içerebiliyor. Yine aynı oksijen yetersizliği teorisine göre kanser hücreleri, oksijenden zengin bir ortamda varlıklarını sürdüremediğinden, yeterli oksijen sağlanırsa, bu cinnet halindeki glikoz fermantasyonunun durduğu,tümör dokusunun beslenmesinin bozulduğu ve tümör hücrelerinin öldüğü tespit edilmiştir.
Ortalama bir yetişkin dakikada 14 defa nefes alıp vermektedir. Bu 24 saatte 20.160 kez nefes alıp verdiğimiz anlamına gelir. Yani günde yaklaşık 20.000 defa yaptığımız hatanın bizde ne gibi sonuçlara yol açtığını anlamak önemlidir. İşte bu yüzden kendimize bir iyilik yapıp, nefes egzersizleriyle önce doğru nefes alıp vermeyi öğrenmemiz gerekir. Var olan nefes alışkanlığınızı değiştirdiğinizde ve düzelttiğinizde; buna bağlı olarak, yaşam enerjinizin ve hayat kalitenizin de arttığına şahit oluyor olacaksınız.
Nefes analinizi yapıyoruz ve size özel seçtiğimiz nefes egzersizleriyle; var olan nefes alışkanlığınızı değiştirmek için, size bu yolda reherlik ediyoruz.